Mimi olmak ya da olmamak


Anneannemi anlatmak için chapter 1’den başlamak imkansız. Açıkçası onu anlatmak için nereden başlamam lazım onu da bilmiyorum. Bir gün bir falcı anneanneme ‘kitap yazacaksın’ demiş. Onun yanıtı ise ‘siktirsin’. Bir gün bir falcı bana ‘kitap yazacaksın’ dedi. Benim yanıtım ise ‘hadi yaa’. Aramızdaki fark olmak istediğimiz insan ve olduğumuz insan arası fark. Onun olduğu insan, bir insanın olmak istediği bir insan mıdır bilemiyorum çünkü gerçekten bir insan böyle bir karaktere bürünmeyi hayal edebilir mi? Her zaman orijinal, her zaman farklı ve uçlarda olmak… Düşünülüp de olunabilecek bir şey değil. Bu nedenle bir gün gerçekten kitap yazarsam, onu en iyi ben anlatabileceğimden kitap da Mimi üzerine olur. Kara kaplı kitabı rehberim olsun.

                                   
                                     Not: En sevdiğim insanlar bu fotoğrafta ve en sağdaki Mimi.

Latest Post
14 Aralık 2011 Çarşamba

Bugün ne mi yaptım?


Bugün ne mi yaptım?

Aslında ne yapamadım demem lazım ama o da 'offf o kadar çok şey yaptım ki yapmadığım şey kalmadı' motivasyonu cümlesi.

Yazacağım bana ne! 'Yine ne yapamadım' diye toparlayayım bari.

Kış 2011 Aralık ortası olmasına rağmen hala bir salep içemedim ve evde kestane kebap yiyemedim. Vaaaay nat?

11 Aralık 2011 Pazar

Diego El Cigala Geliyoor!


Diego El Cigala Geliyoor!




Ve ben 7 Ekim'de, 'o hooo Aralık'a çok var ama Paco de Lucia'ya bilet alamadım bari bunu karçımayayım' diyerek aldığım konserin sadece Aralık'ta ve 'o hoo' zaman diliminde olduğunu hatırladığım için eper bir rahattım. Ta ki rahat batana kadar. Aralık da bi'gün geldi hatta yarılandı. O zaman da aman canım Aralık 25 falandı galiba dedim ama google search sağ olsun beni uyandırdı. 'Diego el cigala İstanbul' yazdığım anda 17 Aralık tarihini gördüm ve tüh demek dündü dedim. Ara İrini'deymiş bir de. Ne güzel olurdu gidebilseydim, acaba ne kadar para bayılmıştım gibi düşüncelerle yarım saat falan oyalandım. Oysa bugün daha 11 Aralık. Düşünün yani 17 Aralık geçti diye üzülecek kadar tozutmuş durumdayım.


İlk kez geç kaldığımı düşündüğüm bir şeye geç kalmadığım için mutluyum. E buna da şükür.


Belki Aya İrini. Haftaya Cumartesi büyülü ortamına dahil olacak ve El Cigala'yı dinleyip Flamenco günlerime geri dönmeye karar vereceğim. Biletler için tık tık.

28 Kasım 2011 Pazartesi

Hello new job


Hello new job

Yeni yeni insanlar, yeni iş akışı, yeni yeni yeni... Bugün yine iş erbabı oldum. Her ne kadar bilinmez bir 'yorgunluğum' da olsa hevesli ve umutluyum. Her 'yeni' gibi yani. Fakat artık temkinliyim. Bu iyi mi değil mi bilmiyorum. Ne zaman ve nasıl emin olunur ki daha iyi olacağından? Sadece öyle olsun istenir ve bu bile insanın içini rahatlatır. Rahatım işte... Ve dilimde aynı sözcük: Görücez ( we will see )

24 Kasım 2011 Perşembe

Bugün ne yaptım? "Yemin ederek diplomamı aldım!"


Bugün ne yaptım? "Yemin ederek diplomamı aldım!"





İktisat bölümünde bir dönem bu dersi okuyan adamın bile 'bırr' dediği, profesörlerin ise "düşünün bu dersin bir de bölümü var" deyip onları korkuttuğu bölüm Ekonometri. 2004'te Ekonomist dergisinde hakkındaki yazıyı okuyup gaza geldim. İnanılmaz'ı gerçekleştirip 4 senede mezun oldum. Ve yine inanmazsınız bu bölümü sevdim. Gerçi bu biraz da benim psikopat tabiatımdan kaynaklanıyor. Haa bölümüm işini yapmıyorum o ayrı ama farklı bir bakış açısı ve bilgi verdi mi verdi. Hakkını yemeyelim.

Gelelim bugüne:) Dırınınn dırınınn. 3 buçuk senecik sonra İstanbul Üniversitesi'nin Beyazıt Kampüsü'nün yollarını aşındırdım. Üniversite kazanmak denince akla gelen 'kapı'nın önünden geçtim, o içi güvercin dışkısı dolu taşa baktım, tek o okulda okumuş olanların anlayacağı Erol Büfe'nin fotoğrafını çektim vee... Diplomamı aldım. Yüksek lisans diploması olan ben, lisans diplomamı yeni aldım. Hem de yemin ederek.

Her okulda var mı bu aksiyon bilmiyorum ama "şimdi şu tahtanın önüne geç, dik durup yüksek sesle mavi yazıyı oku" dediklerinde önce o yazının ne olduğunu anlamadım. Diplomamı ve öğrendiklerimi Atatürk ilkeleri çerçevesinde kullanacağımı söyleyip yemin ettiğimde ise afallamıştım. Gözlerim doldu sayın seyirciler. Ne okuduğumu bilmeden okuyup, ortasında anladığımdan bir daha okumak istedim. Sonra da admı soyadımı, tarihi yazıp 'yemin ederek diplomamı aldım' yazdım.

20 Kasım 2011 Pazar

‘yazmam’, ‘konuşurum’.


‘yazmam’, ‘konuşurum’.


Yazmak… Duyguların kelimelerle kalıcı hale geldiği hali… Her an yaptığımız, çoğu zaman anlam yüklemediğimiz çünkü çok düşünmediğimiz bir eylem. Oysa ne kadar önemli… Çünkü kelimeler yazılı hale geldiğinde daha bir acıtır insanı. Olmak istediğinizden daha sert daha mesafeli ya da daha samimi ve laubali olma ihtimalinizin çok yüksek olduğu bir iletişim aracı. Yani iletişimin en büyük parçası ama en büyük katili. Örneğin evli olmanıza rağmen eve dönerken karşı cinsten biriyle bir şeyler içtiğinizi yazsalar okuyanlar hayal güçlerini çalıştırıp, sizi direkt ‘kötü’ ilan ederler. Aslında bu olay çok masumane bir tesadüf sonucunda 15 dakikalık bir sohbet olabilir. Fakat betimlemelere yer verilmeyen düz bir yazıda sizin yüz ifadenizi, ses tonunuzu, karşıdaki kişinin beden dilini, nerede oturduğunuzu, ne içip ne konuştuğunuzu anlayamazlar. Bilseler, bunun alelade bir şey olduğunu da anlarlardı. Bu sebeple magazin programlarında yani ‘görsel ve işitsel’ bir kanıt verilemeyen programlarda(çünkü bu programlarda çoğu zaman bir açıklama ve ortaya çıkarma durumu yoktur) izleyiciyi kandırmak için yine yazıya başvuruluyor. AZ SONRA… x ve y nerede görüldüler? Bu sarışın kız kim?! gibi abartılı başlıklar, ünlemler ve soru işaretleriyle yine yazının yanıltıcı olabilen dünyasına başvuruluyor. Oysa yazı; düşüncelerin en duru hali olmalı ama maalesef olmuyor. İşte bu yüzden yazmaktan çekindiğim çoktur. İşte bu yüzden ‘temkinli’ yaklaşırım. İşte bu yüzden çoğu zaman ‘yazmam’, ‘konuşurum’.

33 haftacık.


33 haftacık.



Fujifilm Finepix X100’um olsa da böyle vintage vintage ama dijital takılsam diyorum. Tamam tamam Canon G10’a da tav olurum.
Doğum günüme ne kaldı ki? 33 haftacık.

+

Contact

About the Template